Rabia GENÇAY BEZİR


Gri Kirlenmiş Bir Beyaz mı, İyileşmeye Çalışan Bir Siyah mı?

Çünkü kirlenmek bir sonuçtur ama iyileşmek bir seçimdir ve süreçtir. Kolay gibi algılanan ancak kendi içinde güç bir süreç.


Hayat, renklerle konuşur bazen. Her insanın içinde bir ton vardır; kiminde aydınlığın sesi, kiminde karanlığın yankısı. Ama asıl mesele, bu iki uç arasında kalan gölgede saklıdır gri ’de. Çünkü gri, sadece bir geçiş rengi değildir aynı zamanda varoluşun en dürüst hâlidir.

Beyaz, saflığın, masumiyetin ve başlangıcın rengidir. Her şeyin ilk hâlidir; lekesiz, korkusuz ve sessiz. Siyah ise bitişin, kabullenişin, acının ve derinliğin. Birinde umut vardır, diğerinde hakikat. Ama gri… gri, her ikisini de içinde taşır.
Gri, yaşamın ortasında duran olgudur yani insandır. Ne tamamen saf kalabilen ne de bütünüyle kararan. Kirlenmiş bir beyaz mıdır o? Belki. Çünkü hayatın tozuna, hayal kırıklıklarına, yanlışlara bulaşmıştır. Ama aynı zamanda iyileşmeye çalışan bir siyahtır da. Çünkü karanlığından utanmaz, onunla yüzleşir; aydınlığa yaklaşmak için çabalar.

İnsan büyüdükçe griye dönüşür.
Çocukken her şey ya doğruydu ya yanlıştı ya iyi ya kötü ya siyah ya beyaz… Ama zaman geçtikçe fark eder ki kimse tamamen masum değildir, kimse tamamen suçlu da değildir. Kalplerin rengi birbirine karışır.
Birinin sevgisinde biraz korku, birinin nefretinde biraz sevgi vardır. Hiç kimsede tümüyle birini bulamazsın.
Birinin sessizliğinde bağırış, birinin gülüşünde keder gizlidir.
Ve biz, o karışımın ortasında kendi tonumuzu ararız.

Gri insan, bir yanıyla geçmişini taşır; diğer yanıyla geleceğe uzanır.
Kendini affetmeye çalışan, ama hâlâ bir yerlerde kırık duran insandır.
Bir yanıyla “artık unuttum” der, diğer yanıyla bir kokuya, bir cümleye, bir şarkıya takılıp kalır.
Belki beyaz olamadığı için üzülür ama siyah olmamak için direniyordur.
İyileşmenin, kirlenmekten daha cesur olduğunu bilir.
Çünkü gri, savaşın rengidir, içsel savaşın.

Toplum beyazı över, çünkü kolaydır. Saf olmak, lekesiz görünmek, maske takmak kolaydır. Siyahı yargılar, suçlar çünkü korkutur; derinliğe bakan herkes orada kendi yansımasını görür.
Ama griyi anlamaz çoğu kimseler.
Oysa gri, iki rengin arasında sıkışmış bir yürek değil; ikisinden de beslenen bir ruhtur.
Beyazdan aldığı masumiyetle umut eder, siyahtan aldığı bilgelikle susar.
Ne tam parlak ne tam karanlık…
Ama en gerçek hâliyle vardır.

Belki de asıl mesele, hangi renkten geldiğin değil; hangi renge dönüştüğündür, ya da neye büründüğün.
Kimi beyaz doğar, zamanla kararır.
Kimi siyah doğar, ışığa yürür.
Ama gri olan… o zaten hep yolun üzerindedir.
Kendini bulmaya, anlamaya, kabullenmeye çalışan bir yolcudur ve yolculuğu aradığını bulana dek devam eder.
Ve en çok o, “insan” kokar.

Bazen bir sabah aynaya bakarsın; yüzünde yorgunluk, gözlerinde yumuşak bir fer vardır.
Artık hiçbir şeyin tamamen güzel, hiçbir şeyin tamamen kötü olmadığını bilirsin.
Kırgınsındır ama hâlâ seviyorsundur.
Yanmışsındır ama hâlâ ışık arıyorsundur.
Ve o an anlarsın: sen de grisin.
Ne kayıpsın ne tamam.
Sadece “insan” sın hatalarınla, çabanla, iyileşme isteğinle.

Griyi küçümseyenler, hayatın sadece uçlarda yaşandığını sanır.
Oysa hayat, tam ortasında yaşanır, kırık bir kahkahanın, eksik bir umudun, yarım bir affedişin içinde.
Ve belki de en güzel hâliyle, “kirlenmiş bir beyaz” değil; “iyileşmeye çalışan bir siyah” olmayı seçmektir insanın kaderi.
Çünkü kirlenmek bir sonuçtur ama iyileşmek bir seçimdir ve süreçtir. Kolay gibi algılanan ancak kendi içinde güç bir süreç.
Ve gri, o seçimin, sürecin sessiz kahramanıdır.